Serbest bölgenin dünü, bugünü, geleceği…

Serbest bölgenin dünü, bugünü, geleceği…

Mersin Serbest Bölgesinin 20. yıl etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen sempozyumda konuşmacılardan, dinleyici bölümünde oturan dinleyicilere kadar –dinleyicilerin büyük kısmının kullanıcı olduğunu belirtmekte yarar var- herkesin kafası karışık…

Kullanıcıların en önemli –hatta dile getirdikleri tek- sorun, dolmakta olan kira sözleşmeleriyle ilgili bilinmezler…

Serbest bölgenin bulunduğu alanın asıl sahibi hazine…

Bu nedenle Milli Emlak Müdürlüğü kendisine ait olduğunu iddia ettiği alan üzerinde inşaat yapmış olan firmaların kira süresi bitiminde mevcut binaları devredip gitmelerini istiyor.

Son iki yılda bu yönde adımlar da atılmış..

Aralarında TEKEL gibi kamu, EKSA gibi Sabancı’ya bağlı ülkenin en büyük iki holdinginden birine ait kurumlar serbest bölgedeki binalarını Dış Ticaret Müsteşarlığına (DTM) bağlı serbest bölgeler genel müdürlüğüne devredip gitmişler..

Sayı şimdilik 11…

Ancak kısa zamanda kalıcı bir çözüm bulunmazsa asıl yaprak dökümü 2008 ve 2009 da yaşanacak…

Birkaç imalatçı dışında bölgede kimsenin yaşam şansı kalmayacağı ifade ediliyor..

Oldukça ciddi sorunun zor ve karmaşık çözümü konusunda çabalar var ama yeterliliği sürekli tartışılan  sınırlı adımlar bile bir türlü atılmıyor…

Bugünlerde taslağı üzerinde çalışılan ve yakında Bakanlar Kurulunun onayı alındıktan sonra Meclise sevk edilecek bir kanun tasarısı var ama, kullanıcılar bir yana, denetim ve yönetim sorumluluğunu üstlenen bürokrasiyi bile tatmin etmekten hayli uzak…

Bölge kullanıcılarının sorunları bundan da ibaret değil…

Dünya fiyatlarıyla enerji temin edileceğini beklerken aksine elektriğe ülkedeki normal kullanıcıların da üstünde bedel ödüyorlar…

Bölge işletmecisi MESBAŞ, TEDAŞ’ tan aldığı elektriğin üzerine kâr koyarak satınca böyle ilginç bir durum çıkıyor ortaya…

Ödenen faturalar sadece elektrikle de sınırlı değil…

Güvenlik adı altında, temizlik adı altında tüm kullanıcılara bedeli paylaştırılan, üstelik üzerine kazanç koyulan bir hizmet söz konusu…

Kullanıcılar bu kambur halini alan günlük sorunlarını dile getiriyorlar ama aklım başka yerlerde…

Suriye, Mısır hatta Romanya, Macaristan’a giden yatırımcıları düşünüyorum ve yoktan yere kaybettiğimiz, başka ülkelere kaptırdığımız değer yaratıcılarımız…

Türkiye’de umduğunu bulamayan bu insanların başlarını alıp gitmesine kimse kızmamalı.

Hep birlikte oturup “biz nerede yanlış yaptık, düzeltmek için bundan sonra hangi adımlar atılmalı?” sorularına akılcı yanıtlar bulmadığımız sürece kan kaybı durmaz…

Elbette Mersin’de kullanıcıların hazine ile ilgili olan sorunları çözülmeli.

En azından 20 yıllık olan kullanım süreleri 49 yıllığına uzatılmalı.

Ama serbest bölgelerin önündeki engeller bundan ibaret değil ki…

17 Aralık 2004 tarihinde Türkiye, Avrupa Birliği ile ortaklık konusunda en radikal adımı attığı gün bu gazetedeki köşemizde serbest bölgelerin geleceğini masaya yatırmış, yapılması gerekenleri sıralamıştık.

Türkiye’de 27’ yi bulan bölge sayısının geçiş döneminde seleksiyona uğrayacağını, zaten günümüzdeki “dahilde işleme rejimi” ve fiktif antrepo uygulamaları nedeniyle büyük oranda cazibesini yitiren bölgelerin çoğunun kapanarak –veya kapatılarak- yeni döneme uygun bir iki merkezin öne çıkacağını belirtmiştik.

AB’ deki uygulamalara baktığımızda durum daha net anlaşılır..

Avrupa Birliğine üye ülkelerde bugün artık serbest bölge uygulaması söz konusu değil.

Ama geçmişte bu konumda olan Hamburg, Kanarya Adaları, Azor, Portekiz (Manderia) ve İrlanda serbest bölgeleri geçmişte elde ettikleri statüyü bugün de sürdürüyorlar.

Türkiye’de müzakere masasına oturduğu gün özellikle Avrupa ile Ortadoğu arasındaki en stratejik nokta olan Mersin serbest bölgesiyle ilgili bir takım ayrıcalıklar elde edebilir –etmelidir de-

Bu kazanımın elde edilmesi için Mersin Serbest Bölgesinin sınırları, faaliyet alanları yeni baştan ve 21. yüzyıl vizyonuna uygun biçimde tasarlanmalı, hedefler bu doğrultuda belirlenmelidir.

Dahilde işleme rejimi nedeniyle üretim, fiktif antrepo uygulamaları nedeniyle de ticaret alanında artık serbest bölgelerin avantajlarını yitirdiği gerçeğini herkes kabul etmeli.

Bu durumda Mersin belki de sınırlarını Kazanlı-Seyhan turizm bölgesini içine alacak biçimde yeniden düzenleyerek sağlık, eğitim, teknoloji sektörlerini öne çıkaran yapılanmaya gidebilir.

-Unutmayalım, Kazanlı-Seyhan önümüzdeki dönemde Tarsus’un güneyinde yapılması planlanan uluslararası Baharlı havaalanını da kapsayacak-

11 eylül olaylarından sonra Avrupa özellikle de Kuzey Amerika’ da potansiyel suçlu gibi algılanan ve bu peşin damga nedeniyle huzursuz olan petrol zengini Arap ülkeleri vatandaşları bu vahaya çekilebilir.

Bugün binlerce dolar ödeyerek çocuklarını Avrupa ve ABD/Kanada’ da okutmaya çabalayan, yine aynı ülkelerin doktor ve hastanelerine servet akıtan Araplar Mersin’de yaratılacak bölgeye çekilebilir.

AB ülkelerinin ortadoğuya yönelik ticaretleri de Mersin serbest bölgesi üzerinden düzenlenebilir.

Unutmayalım ki Suriye ve Mısır başta olmak üzere bölge ülkeleriyle imzalanan serbest ticaret anlaşması sayesinde artık Akdeniz Serbest Ticaret Alanı hayal olmaktan çıkıyor.

Yakın zamanda hayata geçirilecek uluslararası Baharlı havaalanı…

Hızlı tren sayesinde aradaki mesafe 20 dakikaya inen Adana ve Mersin’in tam ortasında kurulacak bu havaalanı yalnızca iki kente değil, Gaziantep, Hatay, Kayseri’ ye kadar uzanan geniş bir hinterlanda hizmet verecek.

Aynı havaalanı hızlı deniz otobüsleriyle Suriye, Lübnan, Kıbrıs’ ı da dünyayla birleştirecek.

Bu kadar mı?

Elbette değil…

2009’da Ankara-Konya hızlı tren sayesinde birleşiyor. Artık iki kent arası bir saatten az sürede üstelik çağa uygun güven ve konforla kat edilecek.

Bunun bir adım sonrasında ise Konya, Karaman üzerinden Yenice’ye yine hızlı tren hattıyla bağlanacak.

Bir başka deyimle Ankara-Konya-Mersin’in düşündüğümüzden de kısa sürede çağdaş anlamda demir ağlarla yeni baştan birbirine kavuşacak..

2023’ te 500 milyar doları ihracattan olmak üzere 1,5 trilyon dolarlık dış ticaret hacmine ulaşan, Türkiye’ nin yükselen yıldızı Mersin…

60 milyon turist ağırlayan Türkiye’ nin yeni cazibe merkezi Mersin…

Sağlık, eğitim, ticaret serbest alanıyla Avrupa ve Ortadoğu’ ya hizmet veren Mersin

Baharlı uluslararası havaalanı çevresinde dünya ticaret merkezi, dünyayı bir araya getiren fuarlarıyla yalnızca Çukurova’ nın değil Akdenizin en önemli ticaret üssü Mersin…

Kuruluşunun 20. yılında Mersin serbest bölgesi sempozyumunda konuşmacısından dinleyicisine büyük çoğunluğun gündemi bugünün sıkıntılarıyla, hazine ile devam eden kullanım süreleri kavgasından ibaretti.

Ben ise çıkıp onlara 2023 vizyonunu, hedeflere uygun paradigmalarla 15 yıl sonunda bölgenin yükselen değeri, parlayan yıldızı geleceğin zengin Mersin’ini, onunla ilgili hayallerimi, daha doğru deyimle bir ütopyayı dile getirdim…

Umarım atılacak her adım o parlak geleceği biraz daha yakın eder..

Balık çiftlikleri, akaryakıt depoları, Kromsan atıkları, sahilleri sur gibi çevreleyen sitelerden arınmış gerçek potansiyelini yakalayarak geleceğe koşan Mersin…

Bu hayalin gerçekleştiğini görmeden ölmek, gözleri açık gitmektir…

Ve ben gözlerim açık gitmek istemiyorum…

Serbest bölgenin 20. yılı..

Serbest bölgenin 20. yılı..

Demek ki 20 yıl olmuş serbest bölge kurulalı…

Bu vesileyle düzenlenen Mersin serbest bölgesinin geleceğinin tartışılacağı toplantıdayım..

Konuşmacıları dinlerken geçmiş yıllar film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden…

1982 de İskenderun’a gidecek, bölgeyi Mersin’e kazandırırken çabalarımızı, neleri hayal ettiğimizi..

Ülkeyi dünyaya ve küresel rekabete açarken, önerdiğimiz serbest şehir projesini bizden daha büyük heyecanla sahiplenen Özal’ın şapka çıkarılacak gayretlerini, önerilerini…

Kafamızda kurguladığımız Singapur benzeri, kambiyo kelepçelerinden, gümrük duvarlarından azade bir özgür ticaret vahasını Türkiye’nin ideal noktası Mersin’de kurmaya hazırlandığımız o heyecanlı günler…

Aslında 1983’ te hayata geçen yasal düzenlemeler de bu modele uygundu.

Sonra ne olduysa oldu, bürokrasi çarkları alabildiğine özgür bir “serbest şehir” yerine deniz kıyısına sıkışmış, kıytırık bir bölgeyi yeterli gördü Mersin’e…

Bu arada olan oldu.

Yakında pasaportla girileceği! söylenen Mersin, bir an önce kapağı atmayı düşünen binlerce işsiz, yoksulun ilk göç dalgasıyla tanıştı. (Sonradan Güneydoğu’daki terörün yol açtığı ikinci dalgayla tanışacaktı kadersiz kent)

1982’ lerde Serbest şehir olamamıştık ama, altın bulma umuduyla vahşi batıyı istila eden Amerikalı göçmenlerin öyküsüne benzer bir öyküye tanıklık ettik onlardan yüz yıl sonra.

1987 yılında limanın yanı başında 700 dönüm arazi üstünde kurulan serbest bölgenin faaliyete geçişini karmaşık duygularla izledim.

Kimisine göre “hiç yoktan iyidir” sevinciyle karşılanan bölge benim açımdan büyük hayallerin sona erdiği, patlayacak hale gelen beklentilerin havasını almaya yönelik bir girişimdi artık…

Yüz binlerce Mersin’linin kabusa dönen Singapur olma rüyaları…

Zaman içinde yerini büyük umutlarla kente yerleşen yoksulların yarattığı varoşların patlamaya hazır bombalarına bıraktı.

Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştu Mersin…

Serbest şehir olayım derken 1979/80 yıllarında keyfini sürdüğü ekonomik mucizenin kırıntılarıyla yetindi bir süre…

Mirasyedi gibi her yıl biraz daha eriyen, biraz daha dibe vuran hastalıklı bir kent vardı karşımızda…

İşin kötüsü kimse hastalığın ne olduğu bir yana –hastalığı kendine yakıştırmadığı için- teşhisine yönelik bir şey de yapmadı…

1980 lerin başında doğu Akdeniz’de yıkılan Beyrut’un yerini almaya hazırlanan altın şehir bir mum gibi eriyerek 1990 larda Filistin görüntüleriyle beyinlere kazındı…

Ülkenin en büyük 7. kenti geçen yıllar içinde sosyo ekonomik gelişmişlik sıralamasına göre tanınmaz haldeydi.

Tam 12 basamak aşağı inerek 1980 lerde ülkenin en zengin 5. kentinin,17. sırada tutunma çabaları…

Başkasını bilmem ama benim adıma kahredici bir öyküydü bu.

1987’ de kurulan serbest bölge ayaklarının üzerinde durmaya çalışırken siyaset ve bürokrasi onu da çok gördü Mersin’e…

Bir süre sonra her ile yüksek okul mantığından beter anlayışla “her ile serbest bölge furyası” yla işlevlesizleştirildi.

Mardin’e, Rize’ye, Erzurum’a …

2004 yılında Türkiye AB ile tam üyelik yolunda en önemli virajı dönmeye hazırlanırken serbest bölgeler konusunda yeni süreçte ortaya çıkacak olası tehlikelere dikkat çeken iki yazı kaleme aldım.

AB’ ye ülkelerde serbest bölge uygulamalarını irdeleyen, uyum sürecinde ve sonrasında yapılması gerekenleri ele alan, benzer durumdaki ülkelerin bölgelerle ilgili uygulamalarını

9 kasım 2004 tarihli yazılarda tam da bugün Mersin’de düzenlenen sempozyumun gerekliliğine dikkat çekiyordum…

Yerelde yazmanın kaderi…

Kimsenin ilgisini çekmeyen o yazıların bir yerinde şunları söylüyordum:

“Bize göre MESBAŞ, MTSO, DTO ve kullanıcı derneğinin öncülüğünde en kısa zamanda “AB ile uyum sürecinde Serbest Bölgelerin geleceği ve Mersin’in durumu” konulu bir sempozyumun düzenlenmesi ve bu platforma konuyu AB ile tartışacak Ankara’daki bürokratik kadrolardan temsilcilerin çağrılması gerekiyor”

10 Nisan 2008 günü MTSO’ daki toplantıyı DTO ve MESBAŞ yönetim kurulu başkanı Cihat Lokmanoğlu ile yan yana izlerken yıllar önce söylediklerim geldi aklıma…

Yerim doldu…

Sempozyumda dile getirdiğim Mersin serbest bölgesinin geleceğiyle ilgili önerilerimi ve bölgeyle, Mersin’le ilgili 2023 hayallerimi bir sonraki yazıda ele alacağım…

Hey gidi günler, hey…

Hey gidi günler, hey…

Selahiddin Akkuş aradı..

Mersin gazetesinin doğumunun 5. yılı nedeniyle bir gece düzenlemişler, mutlaka gelmemi istedi…

Davete icabet etmemek olmaz..

Hele bu yazılarınızın dört yıldır yayınlandığı, kent adına önemli olanların da manşetinde yer aldığı bir gazetenin sahibi tarafından yapılmışsa…

Şöyle bir düşündüm.

Gazetenin 5. yılı ama ben de yazılarımın yayınlandığı köşede dört yılımı doldurmuşum…

Özellikle yerel konuları ele aldığında keskin muhalif tavrıyla çoğu çevreyi rahatsız eden birine dört yıl dayanmanın güçlüğünü bilen bilir…

Zaten Mersin gazetesine kadar süren 4 yıllık yolculuğum da dalgalı denizlerin med cezirleriyle dolu…

2000 Mayıs ayında rahmetli Peyami Safa Maracı ve Tahir Özgür’ün ellerinde doğan ve Mersin’e yeni bir soluk getiren Yeni Gazete’ de bu iki can dostumun ısrarıyla başlamışım yazmaya…

Derken ayrılan yollar, kırgınlıklar, kızgınlıklar…

Ardından bana gazetesini açan insan gibi insan Selman Özipek’in Haberci’ si…

Sonra…

Ali Erdinç ve İbrahim Yalçıner’in o günlerde gerçek anlamda ve özgürce gündemi belirleyen Bugün Mersin gazetesindeki köşe yazıları…

Güzel bir kent kaygısıyla dile getirilen öneriler, eleştiriler..

Şeffaflık adına sorgulayan birey duyarlılığıyla öne çıkan görüşler…

2004 yerel seçimleri arifesinde “Bugün Mersin” ile de ayrılmış yollarımız…

Kısa bir süre Çukurova gazetesinde duyurmuşuz sesimizi…

Dört yılda dört gazete…

Ve 2004 Mayıs ayında Akkuş ile oturup konuşmuş, ön koşulsuz, çıkarsız, birlikte yürümeye karar vermişiz…

İlk yarısı dört ayrı gazetede, son dört yılı ise Mersin gazetesinde geçen tam 8 yıl…

Yerelden Türkiye’ ye, yaşadığımız çevreden tüm dünyaya…

Günlük korkulardan, umut dolu geleceğin işaret fişeklerine…

2 bine yaklaşan yazı…

Dile kolay, içinde yer alan her rakamın, verinin, belge ve bilginin zahmetli araştırmalar sonucunda binbir emekle ortaya çıkmış alın teri, göz nurum ürünlerim…

Buna köşe yazılarıyla aynı günlerde başlayan ve önce Sun TV, ardından Mersin TV, Kanal 33, Kanal 2000 ve İGRT televizyonlarıyla Radyo kentte kent, ülke, dünya gündemini irdelemeye, izleyenlere anlatmaya çalıştığım yüzlerce sohbet programı…

Geçmişin film şeridi gibi gözümün önünde aktığı bugün kendimi sorguladığımda şu soru sürekli beynimi kemiriyor:

“İyi de hiç mi yanlışım olmadı?..”

Şimdi soluklanıp düşünüyorum da, bunca çabayla kaleme alınan yazılar yanında incir çekirdeğini doldurmaz ne kadar çok sorun üzerinden ne kavgalara tutuşmuşum nice dostumla, arkadaşımla…

Bunca telaşın arasında, istemeden de olsa, gönlünü kırdığım herkesten özür dileme vesilesi olsun 8 yıllık soluksuz koşunun bugünkü mola anı…

Son dört yılımda hiçbir sansür uygulamadan, yazdıklarımla ilgili en küçük sitemde bulunmadan, günlük çıkar kaygılarına düşmeden yazılarıma yer veren, kamuoyunun paylaşması gereken önemde bulduklarını ‘Mersin’ in manşetine taşıyan Selahiddin Akkuş’ a teşekkür vesilesi de olmalı bu aynaya bakma fırsatını bulduğum an..

İyisi mi sözü uzatmadan, 4 yıl önce ‘Mersin’ deki ilk ‘merhabadan’ bazı alıntılarla noktalamak yazıyı…

 

“Bugünden böyle Mersin gazetesinde şaşmaz bir kararlılıkla çizgimizden ve tavrımızdan ödün vermeden doğru bildiklerimizi söylemeye devam edecek, küçük bir köy haline gelen dünyadaki ekonomik, sosyal, siyasal gelişmeleri yorumlayıp, gelişmelerin sevdamız Mersin’e yansımalarını anlatmaya devam edeceğiz.

Gelecekte hangi meslekler ön plana çıkacak, kimler hangi alanda kendilerini geliştirerek üretime katkı sağlayacak? Sorularının yanıtları önemli…

Hele genç nüfusu hergün daha da artmakta olan Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsak “gelecek mühendisliği” olarak tanımlayacağımız bir alanda daha fazla at oynatmak zorundayız.

Çocuklarımız, torunlarımız 2025 hatta bizim zor göreceğimiz 2050 yılında nasıl bir Mersin, nasıl bir dünya ile karşılaşacaklar?

Hangi meslekler kaybolurken, hangi yeni mesleklerin, iş dallarının yıldızı parlayacak?

..

Deneyimlerimiz, birikimimizle dünyadaki gelişmeleri potamızda eritecek, oluşan sentezin Mersin’e olası yansımalarını anlatmaya çalışacağız.

Önümüzdeki günler iletişimin akıl almaz boyutlara ulaştığı, küreselleşme yanında yerelleşmenin önem kazandığı, bilgi çağının bebeklikten gelişme aşamasına geçtiği bir çağ olacak..

Eski çağın alışkanlıkları, tabu sanılan klişeleri yıkılacak, yepyeni vizyonlar, alışageldiğimizin dışında yeni üretim tarzları, ışık hızında yayılan bilgilerin serpildiği farklı değerleri olan bir yaşam tarzıyla tanışacağız…

Geleceği okuyamayan hiçbir insan, şirket hatta ülke ayakta kalamayacak, acımasız zaman tünelinde yok olup gidecek..

Şeffaflık ve hesap verebilirliğin şaşmaz kuralları işlemeye başlayacağı için, “kör karanlık hırsızları, gölgelerle dans eden hayal tacirleri” de kaybolacak..

Ve biz; “acı çeken, soyulan, kandırılan sessiz çoğunluğun sesi, vicdanı olacak, kendini bunca karmaşa ve kaosun toz dumanında yalnız hisseden sahipsizlerin yanında olacağız..

Ne demişti eski bir usta:

“Medyanın görevi ıstırap çekenlerin acısını dindirmek, rahat ve dokunulmaz olduğunu sananlara ise ıstırap çektirmek, dokunmaktır..”

Her üç kişiden birinin işsiz, iş bulan her üç şanslıdan birinin de açlık sınırında yaşam mücadelesi verdiği bir kentte yaptığımızın daha da önemli olduğunun bilincindeyiz..

“Nerede kalmıştık?” sorusuyla vakit geçirecek zamanımız yok..

Nerede kaldığımızı biliyoruz..

Hadi o zaman yola koyulma zamanıdır..

Kaldığımız yerden ve “YENİDEN MERHABA..”

 

Evet, yeniden merhaba diyerek noktalamışız dört yıl önce Mersin gazetesinde yayınlanan ilk yazımızı…

Geçmişin acıları, deneyimleri, olgunluğuyla, maceralı yolculuğun benim adıma sekizinci, Mersin gazetesinin de beşinci yılı vesilesiyle;

Dost, düşman,

Seven, nefret eden herkese bir kez daha merhaba…

Jaguar’ da TATA’ ya gitti, ne olacak şimdi…

Jaguar’ da TATA’ ya gitti, ne olacak şimdi…

“Halk plajlara akın etti, vatandaş perişan” vaziyetleri falan değil…

Mağrur İngilizlerin en önemli markalarından birinin el değiştirmesi söz konusu olan..

Neredeyse kraliçenin tacını ele güne kaptırması gibi bir şey…

Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcu, ya zurnacıya gider tekerlemesini anımsatsa da, çok daha karmaşık, çok daha küresel bir öykü anlatacağımız…

İlham kaynağını kedigillerin en yırtıcısı Jaguar’dan alan, bir zamanlar üzerinde güneş batmaz imparatorluğun en saygın markalarından biri…

Anımsayan kaldı mı bilmiyorum ama, ünlü markanın Türkiye mümessili bu çok prestijli, bir o kadar da pahalı arabalardan birini rahmetli Özal’ın kızı Zeynep’le baterist damadı Asım’ a hediye! etmişti de yer yerinden oynamıştı ya, işte o…

Sonra dünyada eşi benzeri olmayan renkli olaylara tanık olmuştuk…

Gazeteci Tayyar Şafak dalga geçer gibi, 40 kişilik isim listesiyle İç İşleri Bakanlığına başvurmuş ve Türkiye’ nin onca partisinin arasına ‘davuldan fırlayan Jaguar amblemlisi’ de eklenivermişti…

Damat Asım’ ın davulunun içinden fırlayan hediye Jaguar’ la anılan parti…

Özal’ ın arılı ANAP’ ına inat, Jaguarlısına BANAP adı verilmişti…

Her ne kadar Anavatan kurmaylarının itirazıyla BANAP sonradan BAP olarak düzeltilse de, 1986 ara seçimlerinin en önemli konusu ve ses getiren simgesiydi gazetecinin inadına kurduğu parti…

Davuldan fırlayan Jaguarın ANAP’ ı bunalttığı günlerde asıl deprem otomobili üreten şirketin kendisinde yaşanıyordu..

Adı İnka dilindeki "avını bir vuruşta yere seren" anlamına gelen ‘yaguara’ sözcüğünden türetilen ve araba olarak ta gücün, hızın timsali sayılan şirket dünyada yaşanan amansız rekabete dayanamamış, aldığı küresel darbelerin sonunda yere serilmişti.

El değiştirmesi kaçınılmaz hale gelince 1990 da ABD’ li otomotiv devi FORD’ a 3 milyar dolara devredildi…

‘Jaguar Vatandır, satılamaz’ demedi kimse…

Gücünü işçi sınıfından alan köklü İngiliz sendikalarını, bu türden karın doyurmaz sloganlar değil, şirketin İngiltere tesislerinde çalışan 20 bin işçinin iş ve aşını kaybetmeme kaygısı ilgilendiriyordu…

Korkuları giderecek hükümlerin sözleşmeye koyulması nedeniyle sendika da yas tutacağına bayram etti satışın ardından…

Ford amansız küresel rekabete uzun süre direndi.

20 bin işçi zaman içinde 16 bine düşse de, bir başka İngiliz markası Aston Martin’ den kazandığı parayı bu dibi delik havuza gömse de, 2007’ de artık yeter deyip şirketi devredecek müşteri aramaya başladı…

Tam da bizim ulusalcıların Cumhuriyet mitinglerini düzenlediği günlerde,

Tam da Tandoğan meydanında ‘AB ve ABD dostu iktidarı!’ sallamak için toplanan yüzbinlerce insana Alpaslan Işıklı hocanın “küreselleşme emperyalizmin yeni haçlı seferidir” sözleriyle hitap ettiği günlerde, Amerikan emperyalizminin simgesi Ford, İngiliz emperyalizminin bu en nazlı markasını, ağzı çorba kokan Hintli TATA’ ya satmak üzere masaya oturdu…

Son bir yılda 13 milyar dolar zarar eden ABD’ li emperyalistlerin! amacı sırtlarındaki kamburdan kurtulmaktı

Uzun süren pazarlıklar 25 Mart 2008 günü sonuçlandı…

19 yıl öncenin parasıyla 3 milyar dolara aldığı şirketi Ford, üzerine eşantiyon olarak para kazanan Aston Martin’i de koyarak, 2,3 milyar dolara küresel varoşların Tata’ sına devretti…

Mağrur İngilizlerin yine kılı kıpırdamadı.

Tıpkı Rolls Royce’ nin Almanlara çeyizsiz gelin gitmesine aldırmadıkları gibi…

Gerektiğinde kanlarını akıttıkları Futbol kulüplerinin şımarık yeni zengin Rusların eline geçmesini de çok umursamamışlardı.

Harrods mağazaları Mısır’lı Fayyed tarafından satın alındığında da tek şeye bakmışlardı;

“Mağazalar nasılsa yerinde duruyor, önemli olan kurumlar el değiştirdiğinde yeni sahipleri ne kadar istihdam yaratıyor?”

İngiliz Sendikacılar son el değiştirme operasyonuna da bu anlayışla yaklaştılar…

Önemli olan İngiltere’de 16 bin ailenin geçimini sağlayan fabrikaların ayakta durması, yatırımların sürdürülmesiydi..

Tata bu konuda güvence vererek başta sendikalar olmak üzere İngiltere’ yi rahatlattı…

Asıl sorun 2500 dolarlık araba üreterek piyasaları allak bullak eden Tata’ nın Jaguar gibi 65 bin dolardan başlayan arabalar üreten tesisleri hangi anlayışla yöneteceği…

Yoğun el değiştirmeleri hoş görüyle karşılayan hatta “Bir zamanlar İngilizdik” diye kafa bulan büyük çoğunluğu asıl ilgilendiren simgesel anlamlar taşıyan markanın yaşaması…

“Bir zamanlar sömürgemiz olan topraklarda gelişip büyüyen bir şirket nasıl olur da şanlı kuruluşumuzu satın alır” gibi bir sorunu yok kimsenin…

 

abdullahayan@gmail.com

Karaduvar arıtma projesinde son durum…

Karaduvar arıtma projesinde son durum…

Karaduvar arıtma ihalesinin bu kez Mersin İdare Mahkemesince durdurulması başkalarını bilmem ama benim için sürpriz olmadı…

2002 yılından beri bilimsel raporlara dayalı itirazlarım vardı projeye..

Örneğin Orta doğu Teknik Üniversitesine bağlı Erdemli Deniz Bilimleri Enstitüsünde yıllarca çalışmış, Karaduvar başta olmak üzere Mersin körfezini bilimsel veriler ışığında incelemiş Dr. Kemal Timur’ un feryadı andıran raporlarını okumuştum.

O raporlara göre, Karaduvar’ da yapılacak tesis 14,5 km lik derin deniz deşarjıyla desteklenmediği sürece çözümden çok yeni sorunlar yaratmaya adaydı…

O günlerde asıl itiraz noktamız ise yapılacak tesisin kapsama alanıyla ilgiliydi..

Mezitli sınırında sona erecek bir Karaduvar arıtma tesisi, asıl denize girilebilecek kumsallara sahip batı Mersin kıyılarındaki kirliliğe çare olmaktan uzaktı..

Tüm bunlar yanında 2004 yerel seçimlerine sayılı günler kala 100 milyon Avroyu aşan rakamların konuşulduğu bir ihalenin yangından mal kaçırır gibi yapılması bize göre çok etik te sayılmazdı..

Her platformda dile getirdiğimiz görüşlerimiz o günlerde İç İşleri Bakanlığı Müfettişlerini harekete geçirdi.

Mersin’e gelen Müfettişlerin uyarıları sonunda Büyükşehir Belediye Başkanı Özcan teklif zarfları toplanan ihaleyi ani bir kararla erteledi.

Erteledi ama, tüm seçim kampanyası boyunca beni ve yazılarımı manşete taşıyan o günlerdeki gazetemi “Mersin düşmanı” olmakla suçlamaktan da geri kalmadı..

O hengame içinde 2004 yerel seçimleri yapıldı ve Özcan beş yıl daha Başkan seçildi.

Kendisi CHP’den seçilmesine rağmen AK Parti’li Milletvekilleri özellikle arıtma için gerekli dış kredinin kullanılmasına olanak sağlayan Hazine garantisi konusunda fazlasıyla yardımcı oldular.

Geçen zaman içinde Büyükşehir sınırları değişti, doğudaki Huzurkent’ ten batıdaki Çeşmeli’ ye kadar pek çok yerleşim hizmet alanına dahil edildi.

Değişim Özcan’ ı da etkiledi.

Mersin haini olarak ilan ettiği bizlerle zaman içinde aynı çizgiye geldi.

Örneğin Mezitli’ nin içinde yer almadığı arıtmanın bir işe yaramayacağını dile getirmeye başladı.

-Nuri Hocaoğlu döneminde başlanan Mezitli arıtma projesinin, MESKİ Genel Müdürlüğünce yeni sınırlar çerçevesinde dizayn edilmesi, üstelik sahildeki sit alanına kurulması düşünülen tesis için daha makul yer arayışları bu döneme denk geldi-

Hazine garantisi canlandırılan dış kredi sayesinde Karaduvar arıtma tesisi ihalesinin önündeki tüm engeller kalkmıştı.

Böylece Aralık 2006 tarihinde ihale teklifleri toplandı.

İnanılmaz fiyatlar çıkmıştı zarflardan…

Aynı işi 63 milyon Euro’ ya yaparım diyen de vardı 185 milyon Euro’ dan aşağısı beni kurtarmaz diyen de…

20 Aralık 2006 günü kaleme aldığım 60/120/180 başlıklı yazıyı manşete taşıyan Mersin gazetesi o gün “Arıtma ihalesinde şok! rakamlar” başlığıyla çıktı…

aşağıdaki satırlar o yazıdan alınma:

“Bir firma 60 milyon Euro’ ya işi yaparım derken, kendisine en yakın oluşumun verdiği fiyat 120, bir diğerinin ki 180 milyon Euro..

Dünya tarihinde böylesine uçuk rakamların uçuştuğu başka bir ihalenin eşi benzeri bugüne kadar görülmemiştir, kalıbımı basarım bundan sonra da görülmez…

Ya bu işte bir yanlışlık var, ya teklif veren firmaların yapılacak işle ilgili ciddi bir algılama sorunları…

İş aynı iş, yer aynı, ödeme koşulları aynı…

Gelin görün ki, arıtma tesisi için

-SİSTEM YAPI/ EMİT  63,6 Milyon Euro

-VATECH WABAG / YÜKSEL İNŞ. 120 Milyon Euro

-OTVSA/ALSİM ALARKO 130 Milyon Euro

-PWT/ GÜRİŞ 185,5 Milyon Euro  öneriyor…”

Yazının can alıcı noktası ise Mersin arıtma tesisine en düşük teklifi veren Sistem Yapı ile ilgili bölümdü.

Söz konusu şirket tam da Mersin arıtma ihalesine teklif verdiği günlerde Batı Antalya arıtma tesisini bitirmiş, 250 bin nüfusa hitap eden projeyi 6,5 trilyona tamamlayıp Antalya Büyükşehir Belediyesine teslim etmişti…

Karaduvar ile aynı özelliklere sahip, biyolojik arıtmayı da içeren Batı Antalya arıtması için ödenen para 4 milyon dolar civarındaydı.

Bir başka deyimle Antalya Belediyesinin arıtma tesisi için kişi başına ödediği bedel 16 dolardı.

Buradan yola çıkarak, aynı şirketin bir milyon insana göre planlanan Karaduvar arıtması için kişi başına 84 dolarlık teklifine dikkat çekiyorduk.

-O günlerdeki pariteye göre 63 milyon Euro 84 milyon dolara denk geliyordu. Bugün 100 milyon doları aşan ve kişi başına 100 doları bulan bir maliyetle karşı karşıyayız.-

İşte Hidayet Dinçer, o köşe yazılarının yer aldığı gazetenin yayınlandığı günlerde Mersin Valiliği kanalıyla Kamu İhale Kurumuna vatandaşlık duyarlılığıyla başvurdu.

Kamu İhale Kurumu (KİK) Arıtma ihalesinin soruşturulması istemiyle dosyanın İç İşleri Bakanlığına gönderilmesini kararlaştırdı.

KİK’ in 19.3.2007 tarih 988 sayılı kararında en dikkate değer husus, yerli istekliler lehine yapılabilecek düzenlemelere yer verilmemesi ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamında yapılması gereken ihalenin kanun kapsamı dışında kabul edilerek gerçekleştirilmesinin mevzuata aykırı bulunmasıydı..

Dinçer KİK kararının ardından Mersin İdare Mahkemesine başvurarak yürütmeyi durdurma kararı istedi.

Mersin 1. İdare Mahkemesi 18.2.2008 tarihinde 4734 sayılı kanun kapsamında yapılması gereken ihalenin bu kapsam dışına çıkılarak yapılmasını hukuka aykırı bularak yürütmeyi durdurma kararı verdi..

İşte Mersin gündemine bomba gibi düşen 100 milyon dolarlık Karaduvar arıtma ihalesi ile ilgili sürecin perde arkası…

Başlamış ve neredeyse 1/3 nün (30 milyon dolarlık kısmı) bitirildiği iddia edilen bir proje Mahkeme kararıyla durdurulursa ne olur?

Bu sorunun yanıtını verecek kurum ilk etapta Adana Bölge İdare Mahkemesi…

Kendi kontrolü dışında yapılan ihaleyi bilgilendiği andan itibaren mercek altına alan KİK’ in, Adana Bölge İdare Mahkemesi kararı nasıl çıkarsa çıksın son noktayı koyacak Danıştay’ın böylesine büyüklükte bir projeye yaklaşımlarıyla belirlenecek bir sürece tanıklık edeceğiz önümüzdeki günlerde…

MESKİ Genel Müdürlüğü ile Büyükşehir Belediyesini hayli zor ve ilginç bir hukuki sürecin beklediği kesin…

Dileriz yaşananlar herkesin kulağına küpe olur.

Dileriz “en iyinin en ucuza yapılmasını” hedefleyen Kamu ihale kanunu ilkelerine bağlı kalacak Mersin’ in tüm kurum ve kuruluşları söz konusu karardan dersler çıkarırlar..

Defalarca söyledik, tekrarlayalım: 21. yüzyıl şeffaflık çağı…

Hesap verme durumundaki kurumların bu ilkeyi unutmamaları hepimizin kazanımı olacaktır.

Kaos ateşinde geleceği düşünmek…

Kaos ateşinde geleceği düşünmek…

Dünyada böylesine yoğun gündeme sahip kaç ülke vardır acaba?..

Gelişmiş ülkelerde uçağın 20 dakika rötar yapması tüm medyanın ilgisini çeker..

Hemen canlı yayın arabaları olay yerine akın eder, mikrofonlar tanıklara uzatılır, uzmanlar durumu yorumlamaya başlarlar…

Türkiye bu açıdan farklı…

Kendimize özgü öylesine vehmettiğimiz sorunumuz, dertleneceğimiz, birbirimizi boğazlayacağımız o kadar çok mevzuumuz var ki bir türlü doğal gündemimize, gerçek yaşamımızı etkileyen havadan sudan dertlere, iş ve aş gibi, tencerenin nasıl kaynatılacağı gibi asıl soruları cevaplamaya gelmiyor sıra…

Bu yoğun, yoğun olduğu kadar da enerjimizi gereksiz yere tüketen, büyük çoğunluğun karnını doyurmayan bu gündem kimleri besliyor acaba?

Ülke gerçekten çok kritik, o kadar da ilginç bir süreçten geçiyor…

İlginç çünkü, ilk kez karşılaştığımız, o nedenle de nasıl sonuçlanacağını falcılar dışında kimselerin bilmediği, tehlikelerini de içinde barındıran bir yolculuk bu…

Dünyada henüz dibe vurmamış, ucu bucağı belli olmayan, belki de çok daha uzun sürecek, yaratacağı etkiler itibariyle de yaraların sarılması yıllar alacak küresel kriz yetmezmiş gibi, Türkiye iki seçmenden birinin oyunu alan iktidar partisinin kapatılmasıyla uğraşıyor…

Zorlama medya arşivlerinden derlenen bir takım haber ve demeçlere dayanarak seçmenin vekaletini verdiği, “al emaneti bizi dört yıl yönet” dediği bir partinin kapatılmaya kalkışılması bile, dünya demokrasi tarihindeki yerini alacak tek örnek olsa gerek…

Bununla da sınırlı değil yaşadıklarımız, yaşayacaklarımız…

Zaten küresel kriz ateşiyle yanmakta olan piyasaların, ekonomimizde yaratacağı deprem çok daha şiddetli olacak…

Umalım ki, hukuk eliyle siyasetin dizayn edilme formülü sarılması olanaksız yaralara, içinden çıkılmaz krizlere yol açmaz…

Gerçi Ergenekon terör örgütüyle ilgili sürdürülen soruşturmalar çerçevesinde, dinlemeye takılan konuşmalara bakılacak olursa, demokrasiden umudunu kesmiş bir takım toplum mühendisleri tüm hesaplarını meydana gelecek krize, doların patlamasına, yabancı sermayenin panikleyip kaçarak, ülkenin 2001 den bin beter duruma düşmesine –veya düşürülmesine mi desek- göre yapmışlar…

Değişim ile statüko arasındaki amansız savaşta her yol mubah onlara göre…

Yeter ki ülke AB’ ye girmesin…

Yeter ki kazandıkları mevzileri kaybetmesinler…

Yeter ki ağzı çorba kokan, bu hiçbir şeyden anlamaz halk, gerçek anlamda kendi kaderini kendi tayin etmeye kalkışmasın..

Onlar ‘Karnını kaşıyan bidon kafalılar’ yerine yeterince düşünüyor, kaygılanıyorlar zaten.

Halkın her seferinde indirdiği ölümcül yumruklara inat, arsız boksörler gibi ayağa kalkıp gong sesine aldırmadan kural dışı tekmelerle galip gelmeye çalışıyorlar…

Hakem eninde sonunda maç nasıl biterse bitsin, bizim elimizi havaya kaldıracak pişkinliğinde hatta rahatlığındalar…

Bunca toz duman içindeki ülkeye yabancı yatırımcı gelir mi?

Her yıl en az bir milyon gencine iş ve aş vermek için 50 milyar dolarlık yatırım yapmak zorunda kalan bir ülke, dünyadaki gelişmeleri, küresel olguyu okumakta zorlanan, yeni paradigmayı anlamak yerine küfretmeyi yeğleyen, refah yolunun takozu yarı aydın cahillerden çekiyor ne çekiyorsa..

Oysa onların umurunda değil…

Hatta cehaletlerinin bile farkında değiller…

Benim oyumla dağdaki çobanın ki nasıl aynı olur diye tepiniyorlar…

Kimse de çıkıp tamam lise mezunlarının ki 2, Üniversiteyi bitirenlerin de tek oyu beş oy sayılsın deme cesaretini göstermiyor…

Allahtan değişimden yana olanlarla statüko arasındaki bu mücadelenin dönem dönem tarafları, kavga nedenleri değişiyor da, renkleniyor ortalık…

“Sakın AB rotasından şaşmayın, yolunuzu kaybederseniz.. Ölümcül tuzaklara düşer, kurda kuşa yem olursunuz..” dememize rağmen söz dinlemeyenlere de söyleyeceklerimiz var…

Benim milliyetçiliğim senin milliyetçiliğini döver anlayışıyla mutlaka kazanılması gereken bir takım oy depolarını boş verin…

Seçim kazanmak elbette en önemli hedef ama tüm seçmen oylarını almak gibi bir hesap ne kadar demokratik olabilir ki?

Muhafazakarların, AB’ den yana olanların, orta direğin, yeşil kartlıların, liberallerin, demokratların hatta yıllarca kendilerinin belledikleri partilerine oy veren Kürtlerin oyu yetmedi mi ki, başka bahçelere göz diktiniz?

O oyları alalım derken başınıza açtığınız işe bakar mısınız?

TCK 301. madde konusunda bile tek adım atmayarak dimyata pirince giderken evdeki bulguru kaybettiğinizin ne zaman farkına varacaksınız?

Gelin son zamanlarda girdiğiniz çıkmaz sokaklarda dolaşmaktan vazgeçin…

AB’ nin müreffeh, özgür ışığı karşınızda duruyor…

Aynı gün müzakere tarihi aldığımız Hırvatistan 32 dersin 16’ sını tamamlarken tembel öğrenciler gibi yıllardır 6 dersle oyalanmak rahatsız etmiyor mu sizi?

Bu anlayışla mı 2008’ i AB yılı kılacaksınız?

Gelin yol yakınken o ışığı görün…

Kapsamlı, bireyi öne çıkaran, özgürlükçü/ insan haklarına saygılı, darbe izlerinden arınmış sivil bir anayasa yapmaya bakın.

Partiniz kapatılacaksa da gelecek nesillere böylesi bir miras bırakarak kapansın…

Seçimler kazanılır, kaybedilir..

İktidarlar gelir geçer…

Yıllar sonra insanların sizi nasıl anımsadıkları, nelerle yâd ettikleridir önemli olan…

Dünden, bugünden geçtik, en önemli geleceğimiz saydığımız çocuklarımızı düşünün…

Konu ülkemizin geleceği çocuklarımızsa gerisi teferruattır, asla unutmayın…

Balık çiftlikleri riski…

Balık çiftlikleri riski…

Dünyada böylesine yoğun gündeme sahip kaç ülke vardır acaba?..

Gelişmiş ülkelerde uçağın 20 dakika rötar yapması tüm medyanın ilgisini çeker..

Hemen canlı yayın arabaları olay yerine akın eder, mikrofonlar tanıklara uzatılır, uzmanlar durumu yorumlamaya başlarlar…

Türkiye bu açıdan çok farklı…

Kendimize özgü öylesine fazla sorunumuz, dertleneceğimiz, birbirimizi boğazlayacağımız o kadar çok mevzuumuz var ki bir türlü doğal gündemimize, gerçek yaşamımızı etkileyen havadan sudan dertlere, iş ve aş gibi, tencerenin nasıl kaynatılacağı gibi asıl soruları cevaplamaya gelmiyor sıra…

Aslında bu yoğun, yoğun olduğu kadar da enerjimizi gereksiz yere tüketen boş gündem büyük çoğunluğun karnını doyurmuyor ama çok küçük bir azınlığı besliyor yine de…

Örneğin ülkede köşe yazısı kaleme alanlar çok şanslı, çünkü gündem sıkıntısı çekmiyorlar.

Yerelden ulusala o kadar yazacak konu var ki, insan gerçekten nereden başlayacağını şaşırıyor bazen…

Evet ülke gerçekten çok kritik bir süreçten geçiyor…

Dünyada henüz dibe vurmamış, ucu bucağı belli olmayan, belki de çok daha uzun sürecek, yaratacağı etkiler itibariyle de yaraların sarılması yıllar alacak küresel kriz yetmezmiş gibi, Türkiye iki seçmenden birinin oyunu alan iktidar partisinin kapatılmasıyla uğraşıyor…

İncir çekirdeğini doldurmaz medya arşivlerinden derlenen bir takım haber ve demeçlere dayanarak seçmenin vekaletini verdiği, al emaneti bizi 4 yıl yönet denilen AK Parti hakkında anayasa mahkemesine başvuruluyor…

Bu durumda küresel kriz dalgasının ülkeye yansıması çok daha şiddetli yansıması kaçınılmaz.

Umalım ki, hukuk eliyle siyasetin dizayn edilme formülü çok daha derin yaralara, içinden çıkılmaz krizlere yol açmaz…

Gerçi Ergenekon terör örgütüyle ilgili sürdürülen soruşturmalar çerçevesinde, dinlemeye takılan konuşmalara bakılacak olursa, demokrasiden umudunu kesmiş bir takım toplum mühendisleri tüm hesaplarını meydana gelecek krize, doların patlamasına, yabancı sermayenin panikleyip kaçarak, ülkenin 2001 den bin beter duruma düşmesine –veya düşürülmesine mi desek- göre yapmışlar…

Değişim ile statüko arasındaki amansız savaşta her yol mubah onlara göre…

Yeter ki ülke AB’ ye girmesin…

Yeter ki kazandıkları mevzileri kaybetmesinler…

Yeter ki ağzı çorba kokan, bu hiçbir şeyden anlamaz halk, gerçek anlamda kendi kaderini kendi tayin etmeye kalkışmasın..

Onlar ‘Karnını kaşıyan bidon kafalılar’ yerine yeterince düşünüyor, kaygılanıyorlar zaten.

Halkın her seferinde indirdiği ölümcül yumruklara inat, arsız boksörler gibi ayağa kalkıp gong sesine aldırmadan kural dışı tekmelerle galip gelmeye çalışıyorlar…

Hakem eninde sonunda maç nasıl biterse bitsin, bizim elimizi havaya kaldıracak pişkinliğinde hatta rahatlığındalar…

Bunca toz duman içindeki ülkeye yabancı yatırımcı gelir mi?

Her yıl en az bir milyon gencine iş ve aş vermek için 50 milyar dolarlık yatırım yapmak zorunda kalan bir ülke, dünyadaki gelişmeleri, küresel olguyu okumakta zorlanan, yeni paradigmayı anlamak yerine küfretmeyi yeğleyen, refah yolunun takozu yarı aydın cahillerden çekiyor ne çekiyorsa..

Oysa onların umurunda değil…

Hatta cehaletlerinin bile farkında değiller…

Benim oyumla dağdaki çobanın ki nasıl aynı olur diye tepiniyorlar…

Kimse de çıkıp tamam lise mezunlarının ki 2, Üniversiteyi bitirenlerin de tek oyu beş oy sayılsın deme cesaretini göstermiyor…

Allahtan değişimden yana olanlarla statüko arasındaki bu mücadelenin dönem dönem tarafları, kavga nedenleri değişiyor da, renkleniyor ortalık…

“Sakın AB rotasından şaşmayın, yolunuzu kaybederseniz.. Ölümcül tuzaklara düşer, kurda kuşa yem olursunuz..” dememize rağmen söz dinlemeyenlere de söyleyeceklerimiz var…

Benim milliyetçiliğim senin milliyetçiliğini döver anlayışıyla mutlaka kazanılması gereken bir takım oy depolarını boş verin…

Seçim kazanmak elbette en önemli hedef ama tüm seçmen oylarını almak gibi bir hesap ne kadar demokratik olabilir ki?

Muhafazakarların, AB’ den yana olanların, orta direğin, yeşil kartlıların, liberallerin, demokratların hatta yıllarca kendilerinin belledikleri partilerine oy veren Kürtlerin oyu yetmedi mi ki, başka bahçelere göz diktiniz?

O oyları alalım derken başınıza açtığınız işe bakar mısınız?

TCK 301. madde konusunda bile tek adım atmayarak dimyata pirince giderken evdeki bulguru kaybettiğinizin ne zaman farkına varacaksınız?

Gelin son zamanlarda girdiğiniz çıkmaz sokaklarda dolaşmaktan vazgeçin…

AB’ nin müreffeh, özgür ışığı karşınızda duruyor…

Aynı gün müzakere tarihi aldığımız Hırvatistan 32 dersin 16’ sını tamamlarken tembel öğrenciler gibi yıllardır 6 dersle oyalanmak rahatsız etmiyor mu sizi?

Bu anlayışla mı 2008’ i AB yılı kılacaksınız?

Gelin yol yakınken o ışığı görün…

Kapsamlı, bireyi öne çıkaran, özgürlükçü/ insan haklarına saygılı, darbe izlerinden arınmış sivil bir anayasa yapmaya bakın.

Partiniz kapatılacaksa da gelecek nesillere böylesi bir miras bırakarak kapansın…

Seçimler kazanılır, kaybedilir..

İktidarlar gelir geçer…

Yıllar sonra insanların sizi nasıl anımsadıkları, nelerle yâd ettikleridir önemli olan…

Dünden, bugünden geçtik, en önemli geleceğimiz saydığımız çocuklarımızı düşünün…

Konu ülkemizin geleceği çocuklarımızsa gerisi teferruattır, asla unutmayın…

 

Balık çiftlikleri konusunda Mersin’in sabrı…

Balık çiftlikleri konusunda Mersin’in sabrı…

Ülkenin yoğun gündemi nedeniyle Mersin’ deki son gelişmeleri biraz ihmal ettiğimizin farkındayız…

Son günlerde bu kentle ilgili yazılıp, çizilecek epeyi konu birikmiş durumda.

-AK Parti merkez ilçe başkanı Fehmi Gür’ün açıklamaları ışığında Mersin Büyükşehir Belediyesinin ihaleleri ..

-Muğla’dan kovulan, gözlerine yeni adres olarak kıyılarımızı kestiren balık çiftlikleriyle ile ilgili son gelişmeler..

-Valilik ve İl Özel İdaresi öncülüğünde başlatılması düşünülen gönüllülük projesi..

-Yıllar önce dile getirdiğimiz, son günlerde Mustafa Güler tarafından yeniden ortaya atılan Dünya Ticaret Merkezi önerisi..

Konuların dördü de önemli, dördü konusunda da söyleyeceklerimiz var…

Dört ayrı yazıda konular hakkındaki gelişmeleri, düşüncelerimizi yansıtmaya çalışacağız.

İlk yazıyı balık çiftlikleri konusunda son günlerde yaşanan gelişmelere ayırmakta yarar var..

Konu hem sıcak hem de bir gün bile beklemeye tahammülü olmayan özellikler taşıyor..

Daha önceki yazılarda ele aldığımız gibi Muğla’daki balık çiftlikleri 2007 yılı ortalarından itibaren mercek altına alındı.

Çevre Bakanlığının yayınladığı yönetmeliklere uymayan çiftliklere, İdare Mahkemeleri, Danıştay gibi hukuki alana taşınan kavgalar sonunda Muğla Valiliğince yasak anlamına gelen bir takım kriterlerin uygulanacağı bildirildi.

Kıyıdan 1 km uzaklık, 30 metre deniz derinliği, belli bir akıntı gibi koşullar aslında yıllarca Ege kıyılarını kirleten tesislere artık sizi burada görmek istemiyoruz mesajıydı aslında…

Çiftlik sahipleri yürüttükleri lobi çalışmaları sonucunda yeni işgal alanı olarak Mersin’i seçtiler.

Bu kararın alınmasında özellikle Çevre ve Orman Bakanlıklarının büyük payı olduğu da artık sır değil.

Aslında çiftliklerin Muğla’dan kovulmasının temel nedeni önceleri pek ciddiye alınmayan nedense son dönemde hatırlanan kriterler falan değil.

Bunlar işin görünen yanı…

Asıl neden başka…

Antalya’da artık yatırım yapacak yer bulamayan turizmcilerin yeni gözdesi Ege kıyıları…

Gerek alt yapı, gerekse son yıllarda turizmde dünyanın çekim merkezi haline gelen yunan kıyılarına komşu olması özellikle de bölgedeki Ticaret Odalarının desteklediği kruvaze rotalarının bölgeye kayması yatırımcıların iştahını kabartıyor…

Bu durumda kıyıları kirleten çiftlikler turizmdeki gelişmeyi engelleyen ayrık otları gibiydi ve bölgeden temizlenmeleri gerekiyordu…

Çevre ve Tarım Bakanlığı Egeden kaldırılması gereken çiftliklere yeni adres olarak Mersin’i gösterdi..

Yıllardır ilk kez bu kent yaklaşan tehlikeyi önceden sezdi.

Ve yıllardır ilk kez toplumu temsil eden istisnasız tüm kurumlar bir araya gelerek kaderlerine el koymaya başladılar…

MTSO, Deniz Ticaret Odası, Ticaret Borsası, MESİAD, MÜSİAD, Turizm yatırımcıları derneği ve daha pek çok teşebbüs sahibini barındıran örgütler yanında Mühendis odaları, kente ve çevreye duyarlı dernek oluşum bir araya geldi.

Mersin platformu olarak tanımlanan ve istisnasız biçimde Mersin’de bulunan tüm örgütleri kapsayan oluşum şimdi Hükümet nezdinde yapılacak girişimlerden sonuç alınmaması halinde bir dizi toplumsal etkinliğe hazırlanıyor…

Bir yandan doğu Akdeniz’i bir başka deyimle Mersin’den İskenderun’a uzanan kıyı şeridini yeni turizm gelişme alanı olarak belirleyeceksiniz, öte yandan aynı bölgeye Ege’den sürdüğünüz balık çiftliklerine ruhsat vereceksiniz.

Hükümetin Turizm Bakanlığı 2008 turizm yılını Mersin’de başlatmayı düşünüyor…

Aynı hükümetin Çevre Bakanı ise Muğla’daki balık çiftliklerine 3 ay içinde “size gösterdiğimiz yeni bölgeye gitmezseniz, başınıza yıkarım” diyor…

Yeni adres dedikleri yer ise 2008 turizm yılı açılışı yapılacak olan Mersin…

Birileri bizimle dalga geçiyor ama ilk kez bu kent oynanan büyük oyunun farkında…

Şimdi platform adına 8/10 kişilik bir heyetle 2 Nisan 2008 Çarşamba günü Ankara’da Çevre ve Tarım Bakanlarıyla görüşeceğiz..

Benim bu temaslardan fazla umudum yok…

Platformun son toplantısında da kaygılarımı dile getirip, bu işi tıpkı Ege’de olduğu gibi Mahkemelerin çözeceğini, bu nedenle derhal gerekli davaların açılmaya başlanması gerektiğini söyledim…

Gerek benim edindiğim gerekse de platformda ortaya çıkan belgeler gösteriyor ki, balık çiftlikleri sahipleriyle bir takım bürokratik mekanizmalar Mersin’i küçümsemek bir yana zekamızla dalga geçiyorlar…

Örneğin yılda bin tonun üzerinde üretim yapan tesislere ÇED zorunluluğu var, 1000 tonun altındakilere yok..

Ekonomisinin büyük kısmı kayıt dışı olan, ithal ettiği akaryakıt miktarını bile denetlemekte zorlanan bir ülke balık çiftliklerinin yılda kaç ton balık ürettiğini nasıl kontrol edecek?

Deniz kıyısındaki sitelerin arıtma tesislerini çalıştırıp, çalıştırmadıklarını denetlemekte zorlanan Çevre Müdürlüğü mü bu işleri yapacak?..

Yıllık bin tonluk üretim kriteri uygulanmasındaki zorluk –hatta olanaksızlık- nedeniyle zaten yeterince dalga geçiyor bu kent insanıyla…

Ama sabrımızı deneyenlerin geliştirdikleri formüller bununla da sınırlı değil..

Çevre Müdürlüğünden edindiğimiz belgeler ruhsat alan 12 şirketin yönetmeliğe uyma yolunda zekamızı nasıl da sınadıklarını ortaya koyuyor…  

1000 tonun üzerinde üretim yapmak ÇED gerektiriyorsa ne gam…

Onlar da 900/950 ton aralığında kalan miktarda üretim yapacaklarını söyleyip ÇED gerekli değildir belgesi alıyorlar…

Şimdi sıkı durun ve asıl bombayı dinleyin…

12 firmanın 9’ u aynı gruba bağlı…

Yani grup aslında 10 bin tonluk işletme ruhsatı ve ÇED raporu gibi bürokratik işlemlerle vakit geçireceğine 9 ayrı firma ile biner tonun altında 9 ayrı ruhsat alma yolunu seçmiş…

Ortakları, adresleri, telefonları aynı…

Ticaret sicil kayıtları bile sicil gazetesinin aynı sayfasında yer alıyor…

Ama onlar dalga geçer gibi, Mersin’deki belli kıyı bölgesinde farklı şirketlermiş gibi başvuruyorlar…

Daha bitmedi…

Ruhsat için başvuran şirketlerin bir kısmı yıllar önce başka şirketlerin bünyesine katılarak, hukuki statülerini yitirmiş, bir kısmı ise faaliyetlerini sonlandırarak terkin yolunu seçmiş..

Bir başka deyimle balık çiftlikleri işletmek için ÇED gerekli değildir kararı alan firmaların bir kısmı kağıt üzerinde bile yoklar ama Allah nazardan saklasın Çevre Müdürlüğümüz bu varlıkları bile tartışmalı  başvurulara olumlu yanıt vermiş..

Mersin bu zokayı yutar mı?

Mersin turizmini balık çiftliklerine yem eder mi?

Hukuk mücadelesini bilinçli biçimde başlatır ve sonuna kadar sürdürürsek hayır…

Aksi takdirde…

Aksini düşünmek bile insanı ürpertiyor…

Temiz eller, Gladio’ yu temizlemek…

Temiz eller, Gladio’ yu temizlemek…

İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve Kemal Alemdaroğlu’ nun göz altına alınışının ardından konuşan Başbakan Erdoğan’ın değerlendirmesi gerçek anlamda yapılmışsa hayli önemli…

Türkiye’deki son gelişmelerle İtalya’ nın temiz eller operasyonu arasında benzerlik kurmak ayak üstü söylenmiş sözcüklerden öte, bir hedefi ortaya koyuyorsa orada durup düşünmek gerekiyor..

Umalım ki Başbakan, gerçekten Türkiye ile İtalya arasında paralellik kurarken kamuoyuna ilginç gelecek iddialardan değil somut verilerden besleniyordur…

Gerçekten İtalya adalet sistemi, o kabus dolu günlerde, ülkenin geçmişini karartıp geleceğine karabasan ipotekler koyan örgütü yok ederken nelerle karşılaştı, hangi bedelleri ödedi bileniniz var mı?

Ergenakon soruşturmasını sürdüren Türk savcıları nasıl bir belayla uğraştıklarını, İlhan Selçuk’un gazetesinin son iki yılda slogan olarak her platformda dile getirdiği biçimiyle soralım: “Tehlikenin farkındalar mı?”

İtalya’da  ortaya çıkarılan örgüte ait silah ve bomba depolarının,

Soruşturmayı derinleştirdikçe aldıkları tehditlerin boyutu da artan, uyarılara rağmen çizmeyi aştıklarında ise Eşi ve çocuklarıyla birlikte bombalanarak toptan ölüme yollanan cesur yürek savcılara kıyanların,

Toplumu germek, kaos ve korku yaratmak amacıyla taşeron örgütlere tren istasyonu bombalatarak Bologna’ da 150 den fazla masum insanın canına kast edecek gözü dönenlerin,

çok ciddi, kapsamlı, maddi gücü hayli büyük örgütlenmesinden söz ediyoruz…

1952’ de ana rahmine ABD ve İngiliz ortak tohumlarıyla saçılan, 1956 da nur topu gibi doğup CİA’ nin ellerinde büyütülen İtalyan mason hücreleriyle irtibatlı, yerleri sır gibi saklanan tam 139 bölgede gizlenmiş bombalara, suikast silahlarına sahip Gladio’ dan…

İlk kurulduğunda 622 kişiden oluşurken zaman içinde büyüyerek 15 bin kişilik dev kadroya oluşan, başlarda gizlenme ihtiyacı bile duymadan kendisine yasal paye bile bulmuştu İtalya Ergenekon’u –pardon Gladio’ su-

Zaman içinde büyüdü, serpildi, kendisine can verenlerin bile kontrolünden çıkarak haraç alan, proje bazında çalışıp her türlü sipariş eyleme imza atan bir örgüt haline geldi.

1990 da soğuk savaş bitip, ABD patentli komünizm tehlikesi! bir gecede ortadan kalktığında asıl tehlikenin olmayan komünist tehditten çok son haliyle her türlü parasal güce ve silahlı çetelere sahip Gladio’ dan kaynaklandığını gördü İtalya…

Bitirilme kararı verildiğinde manzara-i umumiye şuydu:

‘Vatan-Millet!’ maskesi altında artık Mafyavari yöntemlerle ülkeyi teslim almaya kalkışan örgüte yönelik operasyonlar sırasında ortaya çıktı ki, ilk başlarda kurucu ortak olarak görev alan, tümünün kimliği maruf 622 kişi zaman içinde grup lideri konumuna gelmiştir ve her bir grup liderinin belli sayıda kişiyi idare etmesi sonucunda Gladio 15 bin kişilik bir örgütlenmeye ulaşmıştır..

Soruşturmalar derinleştirildikçe acımasız örgütün İtalya’yı dilediği biçimde yönetmek için sağ-sol ayrımı yapmadan pek çok örgütle iş birliği yaptığı ve kendisine yakın/uzak her kafadan siyasetçiyi ortadan kaldıracak kadar gözünü kararttığı ortaya çıktı…

Örneğin ele geçirdikleri belgelerden yola çıkan özel görevli yargıçlar; hükümetin 1972 de kapatıldığını söylediği örgütün  Komünist parti ile ittifak kurarak, sol iktidar oluşturan Başbakan Aldo Moro’ nun 1978 yılında Kızıl Tugaylar örgütünce kaçırılıp öldürülmesi eylemine imza attığını dehşet içinde gördüler…

Bu eylem bile Gladio’ nun sağ-sol ayrımı yapmadan her türlü örgütü nasıl kullandığının tipik bir örneğiydi..

Moro’ nun öldürülmesinin ardından sürdürülen soruşturmalar cinayetin İtalyan askeri istihbarat şefi General Lorenzo başkanlığında hazırlanan bir planla, Gladio tarafından Kızıl Tugaylar örgütüne ihale edildiğini gösteriyordu…

1990’da İtalyan yargısıyla örgüt arasında tek kelimeyle tam bir savaş yaşandı..

6 kere gidip 7 kere gelen Başbakan Androetti’ yi sanık sandalyesine oturtmaya çalışan Savcı Giovanni Falcone karısı ve korumalarıyla birlikte havaya uçuruldu..

Temiz eller operasyonunun simgesi en kestirme yoldan temize havale edilmişti…

Her şeye rağmen, temiz toplum, temiz siyaset özlemiyle yanıp, çırpınan İtalyan halkının desteğiyle yılmayan cesur savcılar sayesinde o asimetrik savaş hukukun zaferiyle sonuçlandı İtalya’da..

Örneğin Trieste’ ye yakın Aurisina’ daki Gladio gizli silah deposuna yapılan baskında 7 kutu patlayıcı olması gerekirken, sadece 4 kutu bulunduğunu tespit etti Savcılar..

Üstüne gidilince, patlayıcıların, Bologna istasyonunun bombalanması ve diğer eylemlerde, aşırı sağ eylemciler tarafından kullanıldıkları, 1971-74 yılları arasında Gladio’nun başında bulunan General Serraville tarafından da kabul edilmek zorunda kaldı..

İtalya’da 1969-80 arasında meydana gelen tam 4.298 terör olayı..

Bazı eylemleri bizzat yapan, bazısında patlayıcı ve silah sağlayan bazısında da tahrik ve yönlendirme görevini üstlenen Gladio..

Susurluk kazası üzerine, dönemin başbakanı Çiller hani o unutulmaz "Kurşun atan kadar kurşun yiyen de şereflidir." demişti ya, aslında o sözleri İtalyanlar yıllar önce duymuştu..

Yıllarca Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Francesgo Cossiga, kendisine yakın ‘güvendiği aktörler’ yargıda mahkumiyet almaya başladıklarında göz yaşlarını tutamamış ve "Bu kahramanlara ceza yaftası değil şeref madalyası takılmalıydı" diyecek kadar duygulanmıştı.

İtalya’da temiz eller arkasında hükümetin gücünü, yanında halkın desteğini bulan cesur yürek savcıların, ülkede adil hukuku her şeyin üstünde tutmaya çalışan yargıçların ölümü göze alması sayesinde gerçekleştirilmişti…

Umalım ve dileyelim ki, ‘her şey için artık çok geç olmadan’ Türkiye’de de bir yıkanma, arınma sürecine tanık oluruz.

Dünyanın en büyük 17. ekonomisine sahip ülkesi aynı dünyanın gelişmişlik sıralamasında seksenincilikle, doksanıncılık arasında bir yerlerde uzun süre çakılamaz…

Ya ekonominiz yanlış yerde, ya da gelişmişlik sıralamanız…

Türkiye mutlaka yaşanabilir ülke olma özelliğini de yansıtan o çok geri kalmışlar arasındaki kötü kaderini ekonomik büyüklüğe yakışır bir yere yaklaştıracaktır…

Sadece biz istemiyoruz bunu…

Gelişmiş dünya, girmeye hazırlandığımız AB, bir zamanlar Ergenekon’ ları başımıza bela eden NATO’ nun tepesinde oturanlar da, kontrolden çıkan canavarları yok etmeye kararlı…

Yeter ki, fazla can yanmadan, kan dökülmeden, büyük acılar yaşanmadan atlatalım ‘farkında olmadığımız asıl büyük tehlikeyi’…

Mutluluk içinde gülen çocukların refah toplumuna giden kutsal yolculukta yeterince bedeller ödedik…

Daha fazlasına gerçekten halimiz, mecalimiz yok…

Çevre haftası, Çevreci Müdür…

Çevre haftası, Çevreci Müdür…

Ömrüne bereket bir Çevre Müdürümüz var…

Ne zamandır derseniz?

Emekli öğretmen Recep Metin’i çevreyle ilgili hiçbir formasyonu yokken 10 yıl o koltukta oturtan siyaset takımının yeni kadrosunun ona yeter dediği günden beri…

Mayıs 2006 da görevden alınan Metin’in yerini Hasan Saday doldurmaya çalışıyor..

Az ama öz konuşuyor Saday…

Örneğin 2007 ekim ayında Büyükşehir Belediyesinin yaptırmakta olduğu Karaduvar arıtma tesisine methiyeler dizdiğinde duymuştuk sesini…

Atık su tesisinin 2 yıl içerisinde tamamlanmasıyla birlikte Mersin denizinin pırıl pırıl olacağını belirtmiş, hızını alamayınca yapılan çalışmalar sayesinde deniz turizmiyle Alanya’ yı yakalayacağımızı, hatta o bölgeyi de geçeceğimizi iddia etmişti…

Koskoca Devletin Çevre müdürüyle sürekli tartışacak halimiz yok ya, susup dinledik…

Oysa çıkıp sormak gerekiyordu…

91 bin nüfuslu Alanya, çevre düzenlemesi adı altında kurban vermediği sahilleri sayesinde bugün 110 bin turistik yatağa sahipti.

Arıtma dediği –işe yarayıp yaramayacağı tartışmalı- proje tamamlansa bile, söz konusu tesisin kapsama alanındaki hangi sahilden denize ulaşacağız ki?

Serbest bölge, liman, orduevi, Vakıf Tesisleri, Hilton oteli gibi yapıların ardından kayalarla doldurulan Adnan Menderes bulvarı sahillerinden Tarzan misali denize atladığımızı varsayalım…

Yabancılar Alanya’nın, Side’ nin Cennet kumsallarını bırakıp Mersin’in hangi plajındaki hangi tesiste konaklayacaklar ki?…

Sorunun yanıtı olmadığı gibi dilin de kemiği yok…

Bilimsel raporlara göre Karaduvar’ da yapılmakta olan arıtma tesisinde 50 metrelik derin deniz deşarjı sağlanmadığı sürece verim alınması imkansız…

Oysa çok içeride kalan bölgenin coğrafi zorluğu nedeniyle 50 metrelik derinliğe ulaşmak için denizin dibine 14 km lik boru döşenmesi gerekiyor..

Oysa 100 milyon dolara mal olacak arıtma tesisinde derin deniz deşarj borusunun uzunluğu 2 km nin de altında…

Bu durumda atık sular denizin 20 metre derinine bile inemeyecek, sirkülasyon olmayacak, başta Karaduvar ve komşuları olmak üzere tüm bölge özellikle yazın ağır kokuların tehdidi altında kalacak…

Bir başka deyimle Mersin Büyükşehir Belediyesinin büyük çoğunluğu hayal dünyasına salan tesisinin beklentileri karşılamaktan çok, hayal kırıklığı yaratma ihtimali çok daha yüksek…

Şimdi Çevre Müdürümüz çıkıp, ‘Büyükşehir Belediyesinin yaptıracağı tesisten bana ne, projelendirenler, bunca parayı harcayanlar düşünsün’ diyebilir…

İlk bakışta haklıdır da…

Ama o zaman birileri çıkıp ta, yeterliliğini, kapasitesini, işe yarayıp yaramayacağını bilmediğin tesisi savunmak, deve mi, kuş mu ne çıkacağı bilinmez projeden yola çıkıp, Alanya olacağız muhabbetlerine girmek sana mı kaldı derlerse ne olacak?

Ankara’ nın Mersin’e atadığı İl Çevre Müdürümüz o veciz beyanatlarından birini de çevre haftası nedeniyle yayınlamış, kıt kanaat bilgi dağarcığımız zenginleşsin diye…

20 Mart tarihli gazetelere düşen demecinde Saday şunları söylüyor:

“Dünya nüfusunun hızla artmasına paralel olarak doğal kaynakların yanlış ve aşırı kullanımı, toprak-su dengesinin bozulması, yeşil örtünün dejenerasyonu, çevre kirliliği ve iklim değişiklikleri dünyayı giderek yaşanmazlığa doğru sürüklemektedir”

Söylediklerinde yerden göğe kadar haklı, Çevreden sorumlu müdürümüz…

İyi de dile getirdiği çevresel sorunların tümünde, denetleme, yanlışları düzeltme işini kim yapacak acaba?

Çevre kirliliğini yok etmese de azaltacak önlemleri alma yükümlülüğü yasal olarak hangi kuruma verilmiş?

Örneğin Büyükşehir Belediye sınırları içinde kumsalı olan tek belde Mezitli’ de, kıyıları işgal eden sitelerin çalıştırılmayan arıtmalarını denetleyecek, pisliklerini denize boca etmelerini kontrol edecek, önleyecek olan kim?

Bakın Saday’a inat, Müdürlüğün kendisi teoride yazılı olanları bırakıp, pratikte yaşanan vahameti İl Çevre Raporunda nasıl itiraf ediyor:

“İklimsel özellikleri, coğrafi konumu, doğal ve kültürel nitelikleri nedeniyle özellikle yaz

aylarında yoğun bir nüfus artışına sahip olan İlde yerleşimden kaynaklanan kirlilik göz ardı edilemez boyutlardadır. Kıyı boyunca yer alan tatil sitesi, otel, motel vb. tesislerin büyük çoğunluğunda atık su arıtma tesisi bulunmakla beraber bu tesisler verimli çalıştırılamamaktadır. “ (Mersin İl Çevre Raporu)

Peki hepimizin yüzerek pis sularına bulandığımız o denizlerin temiz tutulmasının, tesislerin verimli çalıştırılmasının denetim yetkisi kimde?

Ya Şubat, Mart aylarında tavan yapan, özellikle geceleri kenti yaşanılmaz hale getiren hava kirliliğine ne demeli?

Nefes almanın güçleştiği o gecelerin sabahında “ne olacak bu Mersin’in hali” diye soranları rahatlatacak açıklamalar da bizzat Sagay’ ın kendisinden geliyordu:

Şunları söylüyordu Çevre Müdürü:

“Akşam saatlerinde kent merkezinde görülen hava kirliliğinin, partikül (parçacık) madde denen is, toz, tanecik, kurum ve benzeri maddelerden kaynaklı kirlilik söz konusudur. Buna rağmen Mersin, Türkiye’de görülen kirlilikte ortalamanın altındayız. Kükürt ve karbondioksit gibi solunum sistemine veya kalbe zarar verici unsurlar olduğunda hemen harekete geçiyoruz” diyor ve ekliyordu:

“Hava kirliliğini haftalık günlük ve hatta saatlik ölçen istasyon sayesinde kentteki hava kirliliği oranlarını sürekli takip ediyoruz, aşırı hava kirliliği görüldüğünde Valilik ile koordinasyona geçerek gereken önlemleri alıyoruz.”
İçimizi rahatlatması gereken bu açıklamalara inat o saatlik ölçüm yapan istasyonun verileri hangi gerçekleri dile getiriyordu derseniz?

Merak edenler 26 Şubat 2008 günü kaleme aldığımız yazıyı yeni baştan okuyup vahim tablonun hiç te çevreden sorumlu Müdürün anlattığı gibi olmadığını görebilirler…

İşe yarar, birileri bakarsınız insafa gelip harekete geçer diye yineleyelim o yazıdan bazı bölümleri:

“25 Şubat saat 21…
Çevre ve Orman Bakanlığının online olarak yayınladığı hava analiz rapor sonuçlarına bakıyorum..
Şaşkınlık içinde ve bir yanlışlığa yol açmamak için birkaç kez kontrol ediyorum değerleri…
25 şubat saat 21’de ulusal hava kalitesi izleme ağına göre Mersin’deki hava kalitesi endeksi 271 i gösteriyor..
Aynı saatlerde bölgemizin diğer önemli kentlerinde yapılan ölçümlere göre hava kalitesi endeksi Adana’da 65, batı komşumuz Antalya’da ise yalnızca 52…

Rakam büyüdükçe hava kirliliğinin yükseldiği dolayısile sağlık riskinin de arttığı, buna karşın rakam ne kadar küçük olursa soluduğumuz havanın o kadar temiz olduğu anlamına gelen bir cetvel bu…
0-500 aralığıyla ölçülen hava kalite endeksinde 100 olarak ifade edilen değer ulusal hava kalitesinin bir yerde ortalaması anlamına da geliyor…
100’ün altına ne kadar çok düşerse o kadar kaliteli ve sağlıklı, 100’ ün üzerine çıktıkça da yükselen oranda hatta bazen toplum sağlığını tehdit edecek boyutlarda kirli bir hava…
Örneğin; HKİ değerinin 50 olması, hava kalitesinin iyi olduğunu ve toplum sağlığını etkileyebilecek riskin küçüklüğünü, 300’ün üzerindeki her HKİ değeri, hava kalitesinin kötü ve dolayısıyla sağlık riskinin yüksekliğini gösteriyor…
İşte Mersin bu kategoriler içinde son iki ayda tehlikeli gel gitler arasında dolaşırken 25 Şubat 2008 akşamı saat 21’de çok tehlikeli anlamındaki 300  rakamına dayanmıştı…”

Çevre haftası nedeniyle yaptığı açıklamada ‘çevre kirliliğinin dünyayı yaşanamaz hale getirdiğini’ söyleyen, ama kendi sorumluluk alanındaki kentte alarm zilleri çaldığında “merak etmeyin, Türkiye ortalamalarının altındayız” diyecek kadar rahat Müdürün denetimindeki Mersin’in çevresel vahim tablosu bu halde…

Tehlikeye ramak kala, komşu illerin 4 hatta 5 katına ulaşan hava kirliliği karşısında, 300 kritik eşiğini henüz aşmadık savunmasının kabul edilir yanı var mı? 

Konu çevre olunca elbette söyleyeceklerimiz bunlardan ibaret değil…

60 bin Ulla gemilik kanserojen CR+6 bileşeni içeren 1,5 milyon tonluk tehlikeli atığı bahçesinde barındıran Kromsan tesislerinin yıllardır bertaraf edeceğiz yeminlerini, bu konuda sürekli sundukları projelerin akıbetini..

Karaduvar’ daki tank çiftliklerinde mevcut akaryakıt tanklarının tavanlarına filtre takma talimatını bir zamanların Çevre müsteşarı Mustafa Öztürk’ ten alan Müdürlük yetkililerinin o günden bugüne ne yaptıklarını..

Ses kirliliğini kontrol etme zorunluluğuna inat, en fazla ses kirleten Büyükşehir Belediyesine ait tesislere yönelik alınan –daha doğrusu alınmayan- önlemleri..

Muğla’dan kovulan balık çiftliklerine kucak açan bürokrasinin Mersin sevdasını..

Bir başka yazıda ele alırız…